10 Mayıs 2011 Salı
EMEKÇİNİN SESİ
Bağımsız emek gazetesi Emekçinin Sesi 2.sayısı 13 Mayıs'ta çıkıyor. 15 Mayıs'ta Ankara'da TMMOB'un düzenleyeceği mitingte okuyucularla buluşacak olan Emekçinin Sesi'nin 2.sayısı da dolu dolu. İşçilerin, işsizlerin, kamu emekçilerinin, güvencesiz çalışan işçilerin kolektif katkılarıyla hazırlanan gazete yakın bir süre sonra da internetten www.emekcininsesi.com sitesinden takip edinilebilecek.
7 Mayıs 2011 Cumartesi
WAL-MART ‘AYRIMCILIĞA’ DEVAM EDİYOR- KADINLAR DİRENİYOR
Dünya’nın en büyük perakende şirketi olan Wal-Mart’ta, çalışanlar arasında cinsiyet ayrımcılığı yapılması üzerine mücadeleye başlayan kadın işçiler yargıya başvurdu.
Wal-Mart şirketinde kadın işçilerin mücadelesi eskilere dayanıyor.
1999 yılında Stephanie Odle’nin cinsiyet ayrımı yapıldığı şikayeti üzerine işte çıkarılmasıyla başlayan süreçte; şirketin erkek işçilerin ‘ailevi’ sorumlulukları olduğu gerekçesiyle kadın işçilere nazaran 10 bin dolar daha fazla ücret verdiği ifade edilmişti.
Odle’nin mücadelesinin açtığı yolda örgütlenen yaklaşık 1,5 milyon kadın işçi şimdi haklarını almak için tekrar yargıya gidiyor.
Yaklaşık 1 buçuk milyon kadın işçinin yapmış olduğu ortak başvurunun olumlu neticelenmesi sonucunda şirketin milyar dolarlık geri ödeme yapması gerekecek.
Kadınlar, erkeklerle aralarındaki maaş ve promosyon farklarına son verilmesini istiyorlar.
Kadın işçilerinin örgütlü mücadelesine karşı Wal-Mart, kadınların örgütlü olmadıklarını ve böylesi bir hareket oluşturacak düzeyde ayrımcılığa maruz kalmadıklarını iddia ediyor. Başvurulan ABD temyiz mahkemesinin söz konusu başvuruya iki kez onay verdiği belirtiliyor.
Öte yandan bir araya gelen hukuk profesörleri, kadınların da ‘sınıf’ olarak değerlendirilebileceği yönünde görüş belirttiler.
Mahkemenin kadın çalışanların bir ‘sınıf’ olarak olup olmadığı yönünde bir karar almak için Wal-Mart’ın kadın çalışanlarından görüş alması, çalışma saatleri, farklı pozisyonlardaki uygulamalar hakkında bilgi edinmesi gerektiği ifade ediliyor.
Şikayetlerin görmezden gelinemeyeceği ve bir milyon 500 bin kadın çalışanı temsilen yapılan başvurunun dikkate alınması gerektiği vurgulanıyor.
Çalışanlarına tazminat ödememek için her yolu deneyen şirket ise deniz aşırı ülkelerdeki güçlü satışlarının etkisiyle geçen yılın dördüncü çeyreğinde 6,06 milyar dolar, hisse başına 1,70 dolar net kar elde etti. Şirket, bir önceki yılın dördüncü çeyreğinde 4,76 milyar dolar, hisse başına 1,25 dolar kar etmişti. Wal-Mart'ın toplam geliri ise 2010 yılı dördüncü çeyreğinde 2009'un aynı dönemine göre yüzde 2,4 oranında artarak 116,3 milyar dolar oldu.
Wal-Mart şirketinde kadın işçilerin mücadelesi eskilere dayanıyor.
1999 yılında Stephanie Odle’nin cinsiyet ayrımı yapıldığı şikayeti üzerine işte çıkarılmasıyla başlayan süreçte; şirketin erkek işçilerin ‘ailevi’ sorumlulukları olduğu gerekçesiyle kadın işçilere nazaran 10 bin dolar daha fazla ücret verdiği ifade edilmişti.
Odle’nin mücadelesinin açtığı yolda örgütlenen yaklaşık 1,5 milyon kadın işçi şimdi haklarını almak için tekrar yargıya gidiyor.
Yaklaşık 1 buçuk milyon kadın işçinin yapmış olduğu ortak başvurunun olumlu neticelenmesi sonucunda şirketin milyar dolarlık geri ödeme yapması gerekecek.
Kadınlar, erkeklerle aralarındaki maaş ve promosyon farklarına son verilmesini istiyorlar.
Kadın işçilerinin örgütlü mücadelesine karşı Wal-Mart, kadınların örgütlü olmadıklarını ve böylesi bir hareket oluşturacak düzeyde ayrımcılığa maruz kalmadıklarını iddia ediyor. Başvurulan ABD temyiz mahkemesinin söz konusu başvuruya iki kez onay verdiği belirtiliyor.
Öte yandan bir araya gelen hukuk profesörleri, kadınların da ‘sınıf’ olarak değerlendirilebileceği yönünde görüş belirttiler.
Mahkemenin kadın çalışanların bir ‘sınıf’ olarak olup olmadığı yönünde bir karar almak için Wal-Mart’ın kadın çalışanlarından görüş alması, çalışma saatleri, farklı pozisyonlardaki uygulamalar hakkında bilgi edinmesi gerektiği ifade ediliyor.
Şikayetlerin görmezden gelinemeyeceği ve bir milyon 500 bin kadın çalışanı temsilen yapılan başvurunun dikkate alınması gerektiği vurgulanıyor.
Çalışanlarına tazminat ödememek için her yolu deneyen şirket ise deniz aşırı ülkelerdeki güçlü satışlarının etkisiyle geçen yılın dördüncü çeyreğinde 6,06 milyar dolar, hisse başına 1,70 dolar net kar elde etti. Şirket, bir önceki yılın dördüncü çeyreğinde 4,76 milyar dolar, hisse başına 1,25 dolar kar etmişti. Wal-Mart'ın toplam geliri ise 2010 yılı dördüncü çeyreğinde 2009'un aynı dönemine göre yüzde 2,4 oranında artarak 116,3 milyar dolar oldu.
YGS, ÇÜRÜMÜŞLÜK VE KADROLAŞMA
“Dünya’nın her yerinde okullar açacağız.”[1]
Yukarıdaki cümle Nur cemaatinin lideri Said Nursi’ye ait. Said Nursi’nin yaşarken yapamadığını onun öğrencilerinden birisi olan Gülen cemaati lideri Fetullah Gülen yaptı. Ülkenin ve dünyanın birçok yerinde eğitim kurumları açtı. Peki niye? Onlarca tarikat ya da cemaat farklı yerlerde örgütlenmeye çalışırken Nurcular özel olarak eğitimi seçti? Bu soruların cevabını elbette ki bütünlük içerisinde ve konjonktürü değerlendirerek verebiliriz. Özellikle bugün Akp’nin hükümet olmaktan ziyade devlet olduğu gerçeğini göz önüne alırsak ve AKP’nin en büyük koalisyon ortağı ve arkasında ki güç olanın Gülen cemaati olduğunu ifade edersek bu soruların cevabını verirken pek zorlanmayız.
Son dönemlerde 12 Eylül’ün kurumlarından olan YÖK, ÖSYM ve MEB’te ortaya çıkan yolsuzluklar artık herkes tarafından bilinmektedir. Burjuva basının dahi sümen altı edemediği bu gerçekler bugün binlerce liseliyi sokağa çıkartmaya yetti.[2]
Siyasi iktidarı ele geçirdiği günden bu yana devletin her kurumunda fütursuzca kadrolaşan Akp iktidarının eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik görevini devrederken “Milli Eğitim otomatik pilota bağladı” demişti. Yakın zamanda yaşanan kadro değişikliği ÖSYM’nin de otomatik pilotta olduğunu adeta ortaya koydu. KPSS’de yaşanan kopya skandalının ardından istifa eden Ünal Yarımağan’ın yerine geçen Ali Demir göstermiş olduğu performans ile bu durumu ispatladı.
Elbette görünen kısmın dışında geniş kesimlerce görülemeyen bir kısım daha vardı. O da sistemin çürümüşlüğü ve yıkılmaya yüz tutmuşluğuydu. Yani mevzu bahis olan kişiler değil sistemdi. YGS’de yaşanan şifre skandalı da bunun en büyük örneklerinden birisidir.
Elbette ki binlerce liseliyi, veliyi sokağa döken tek başına YGS’de yaşanan şifre skandalı değildir. Onun arkasında yaşanmakta olan kadrolaşma, eğitimin paralı hale getirilmesi gibi çok önemli ve sistemi sarsabilecek nedenler vardır.
Gülen Cemaatinin kurulduğundan bu yana eğitime özel bir yük yüklemesi ve kadrolarını devletin kurumlarına yerleştirmesi bir planın göstergesidir. Bu plan şimdiye kadar iyi uygulanmış ve hemen hemen her kademede Nurcu ve AKP’liler yerleştirilmiş oldu.
Sevgili Ahmet Şık’ın “dokunan yanar” sözleriyle ifade ettiği mesele şimdi YGS’ de cereyan ediyor. Başbakan suçu liseli öğrencilere yıktı. Bozguncu ve provakatör olmaktan tutun da marjinal örgütlerin bu işin arkasında olduğunu ifade etti.
SORUŞTURMA AÇILDI
27 Mart'ta yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ile ilgili ortaya atılan şifreleme iddialarını soruşturan Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Şadan Sakınan, YGS ile ilgili soruşturmanın 18 Haziran'da yapılacak LYS öncesi tamamlanacağını açıkladı.
Sakınan, "İncelemeyi, KPSS soruşturmasının bilirkişi heyetindeki uzmanlar yapıyor. İddialarla ilgili olarak 81 ilden ratgele seçilen kitapçıklar inceleniyor" dedi.
“ÖSYM Başkanı Ali Demir'in açıklamalarından tatmin oldunuz mu?” sorusu üzerine Sakınan, “Tatmin olmamız söz konusu değil. Olayı araştırıyoruz. Kamuoyunu ikna etmek gibi bir sorunumuz yok. Biz soruşturma makamıyız. Dosyada gizlilik kararı aldık. Dolayısıyla bir şey söylemek zaten suç” dedi
Soruşturmanın KPSS soruşturması ile beraber, ÖSYM'nin faaliyetleri kapsamında yürütüldüğünü ifade eden Sakınan, “Soruşturma ne zaman sonuçlanacak?” sorusu üzerine, “İkinci sınavı etkilemeyecek bir süre içinde sonuçlandırmayı planlıyoruz. Bir-iki gün önce değil, makul bir süre önce” diye konuştu.
“ÖSYM ile sınavın iptal edilip edilmemesini konuşmadıklarını, bu konuya karışamayacaklarını ve görüş bildiremeyeceklerini” kaydeden Sakınan, “Benim çevremde de sınava girmiş 3 kişi var. Yeğenlerim sınavın iptal edilip edilmeyeceğini soruyorlar. Ben onlara sınava çalışmalarını söylüyorum” ifadelerini kullandı.
ÖSYM eski Başkanı Ünal Yarımağan şimdiki başkan Ali Demir’ in açıklamalarına tepki gösterdi.
Yarımağan, durumun böyle olduğunu kripto uzmanları, matematikçiler şifre iddiaları ortaya çıktığından beri söylüyor. Mod-medyan tartışmasının yapılmasının ya da dillendirilmesinin bile sınavın iptali için yeterli olduğunu belirtiyor. Bunun dışında bazı sınav bölgelerinde kız adayların girdiğinin de önemli ve tartışılması gereken konu oldunu ifade ediyor.
Bütün bu yaşanananlara karşın sınavın iptal edilmemesi, soruşturmanın herhangi bir sonuca ulaşmaması ise tepkiler çekiyor.
SOKAKLAR EYLEM ALANLARINA ÇEVRİLDİ
YGS’ de yaşanan şifre skandalı ardından sokaklara dökülen lise öğrencileri, aileler, öğretmenler haklarını aramaya devam ediyorlar.
Daha önce Avrupa’da sıkça gördüğümüz ve Başbakan’ın Dolmabahçe Toplantıları sonrasında ülkemizde de üniversite öğrencilerinin kitlesel bir biçimde geleceklerine sahip çıkma iddiasıyla sokakları eylem alanına çevirmesinin ardından liseliler de aynı yolu izliyor.
Geleceğini kendi söz ve eylemiyle kurmaktan başka bir yolu olmayan gençler AKP-cemaat koalisyonunun yaptığı yolsuzlukları ve kadrolaşmayı yıkmak ve eşit özgür bilimsel demokratik ve anadilde eğitim için mücadele etmeye devam ediyorlar.
Bilindiği üzere cemaatin en büyük özelliklerinden birisi eğitim kurumları açmak ve yetiştirdikleri gençleri devletin önemli kademelerine getirerek iktidar olmak. Bugüne kadar bu işlevi yerine getiren cemaat AKP iktidarı ile birlikte yeni atılımlar gerçekleştirmiş, anayasa referandumunda 125.maddenin değişmesiyle birlikte yargıyı da ele geçirmişti.
Nur cemaatinin tarihini bilenler nasıl bir devlet anlayışına sahip olduklarını ve çalışma tarzlarının ne olduğunu iyi bilir.
Nur cemaati kurucusu Said Nursi’nin “her yere okul açmalıyız” sözünü şiar haline getiren cemaat bunun uğruna çeşitli dönemlerde farklı siyasi partilerle birlikte çalışmıştı. AP, MSP, MHP, DSP gibi partilerin ardından emperyalizmin yeni politikaları doğrultusunda iktidara gelen işbirlikçi AKP’nin en büyük koalisyon ortağı olmuştu.
SONUÇ YERİNE
Bugün yaşanan bu skandalları bütünlüklü okumak bizleri sonuca götürecektir. Yani emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı değişimi, bölgesel projelerini ve bu projelerin yürütücüsü konumundaki AKP iktidarını ve cemaati göz ardı etmeden konuyu değerlendirmek devrimci ve doğru tavır olacaktır.
Bu eylemliliklerin bir diğer önemli noktası da devrimci önderliğin niteliğidir. Yani bu eylemlilikleri emekçi halkımızın iktidar mücadelesi ile ortaklaştırabildiğimiz ve özellikle internet üzerinden örgütlenen eylemlere devrimci bir müdahale edebildiğimiz ölçüde başarılı olabiliriz. Bu skandalı tek başına “şifre” hırsızlığı ile adlandırmak bizi yanılgıya götürecektir. Bu eylemliliklerde temel talep olarak parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim taleplerini dillendirmek ve nitelikli, sınavsız, kamusal eğitim talebini örgütlemek önemlidir. Bu noktadan hareketle YGS iptal edilsin şiarını kitleselleştirmek gereklidir. Sonuç ne olursa olsun emekçi halk çocuklarına hiç bir şekilde üniversite kapıları kapatılamaz.
6 Mayıs 2011 Cuma
BU ŞENLİĞİN SPONSORU MAHALLE HALKI
AKİF KARA
12 yıldır Ahırkapı’da düzenlenen Hıdrellez Şenlikleri’nin bu yılki organizasyonu haftalar öncesinden başlayan tartışmalarla yılan hikâyesine döndü. Önce 10 TL giriş ücreti konularak biletler satışa çıkarıldı, sonrasında sanal alemde paralı girişi protesto için gruplar kurulunca şenlik iptal edildi. Ancak bir grup genç Roman halkıyla özdeşleşen Hıdrellez Şenlikleri’nin farklı kültürlerin zenginliğini barındırarak devam etmesi gerektiğine karar verdi ve kolları sıvadı. Ahırkapı halkıyla şenlik için anlaşan gençlerden Bahar Erzan, Ahmet Saymadi ve Buse Şener’le Hıdrellez’in iptal sürecini ve bu yıl düzenlenecek alternatif şenliği konuştuk.
»Öncelikle nasıl bir araya geldiniz? Neden Ahırkapı’yı tercih ettiniz?
Buse: Facebook sağ olsun. Murat, Bahar ve ben ücretli olduğunu duyduğumuzda facebookta grup açtık. Daha sonra durumu protesto etmek için facebook’ta çeşitli gruplarla bir araya gelip roman dernekleriyle görüştük. İlk amacımız teflerimizle kapının önünde protesto etmekti. Ancak şenlik iptal edilince biz de kafamızda olan alternatif etkinliği örgütledik.
Bahar: Hıdrellez Şenlikleri sokaklarda yapılan bir festivalken sahile kadar iniyor. Bir piyasa oluşuyor. Ancak oranın halkı bu piyasadan yararlanmıyor. Yani bir rant kapısı haline geldi. Bizlerde paralı olmasını ve bunu piyasa haline gelmesini protesto amaçlı alternatif şenlik düzenliyoruz.
» Sponsorlar olacak mı?
Ahmet: Hıdrellez kutlamalarını 12 yıldır yapan ekibin aslında emeğini de göz ardı etmemek lazım. Ancak bugünkü kutlanış biçimini doğru bulmuyoruz. Hepsinden öte Hıdrellez bayramı Türkiye’de romanlarla özdeşleşti tıpkı newrozun Kürtlerle özdeşleşmesi gibi. Böyle bir kutlama paralı olacaksa bile bunun iradesi organizasyon şirketlerinde değil Roman halkında olmalıdır. Bir organizasyon ekibinin bu etkinliği iptal etmesi bu bayramın kutlanmasını engellemez. Önceden sponsorlar vardı şimdi yok. Akbilimiz bize yeter. Sponsorumuz da mahalle halkı.
»Hıdrellezin tarihsel bir anlamı vardır. Sizin yapacağınız şenliğin öncekilerden farkı nedir? Politik bir altyapısı olacak mı?
Bahar: Ötekileştirmeye de bir dur demek için bu ülkede olan çeşitli etnik gruplara uygulanan baskıları da dahil ederek yapma niyetindeyiz. Tek tipleştirmeye karşı zenginlikleri içselleştirerek daha güzel bir yaşam kurmak ve bir arada yaşamak için…
»Neler yapacaksınız, program nedir?
Ahmet: Erken saatlerde mahalleye gideceğiz. Mahalleyi süsleyeceğiz. Saat 19:00 da bize destek veren müzik gruplarıyla birlikte Ayasofya Müzesi’nin girişinde buluşup mahalleye yürüyeceğiz.Bütün dostlarımızı Hıdrellezi Ahırkapı’da bu ülkenin bir gerçeği olan Roman kardeşlerimizle birlikte, bütün önyargıları yıkarak birlikte kutlamaya çağırıyoruz.
12 yıldır Ahırkapı’da düzenlenen Hıdrellez Şenlikleri’nin bu yılki organizasyonu haftalar öncesinden başlayan tartışmalarla yılan hikâyesine döndü. Önce 10 TL giriş ücreti konularak biletler satışa çıkarıldı, sonrasında sanal alemde paralı girişi protesto için gruplar kurulunca şenlik iptal edildi. Ancak bir grup genç Roman halkıyla özdeşleşen Hıdrellez Şenlikleri’nin farklı kültürlerin zenginliğini barındırarak devam etmesi gerektiğine karar verdi ve kolları sıvadı. Ahırkapı halkıyla şenlik için anlaşan gençlerden Bahar Erzan, Ahmet Saymadi ve Buse Şener’le Hıdrellez’in iptal sürecini ve bu yıl düzenlenecek alternatif şenliği konuştuk.
»Öncelikle nasıl bir araya geldiniz? Neden Ahırkapı’yı tercih ettiniz?
Buse: Facebook sağ olsun. Murat, Bahar ve ben ücretli olduğunu duyduğumuzda facebookta grup açtık. Daha sonra durumu protesto etmek için facebook’ta çeşitli gruplarla bir araya gelip roman dernekleriyle görüştük. İlk amacımız teflerimizle kapının önünde protesto etmekti. Ancak şenlik iptal edilince biz de kafamızda olan alternatif etkinliği örgütledik.
Bahar: Hıdrellez Şenlikleri sokaklarda yapılan bir festivalken sahile kadar iniyor. Bir piyasa oluşuyor. Ancak oranın halkı bu piyasadan yararlanmıyor. Yani bir rant kapısı haline geldi. Bizlerde paralı olmasını ve bunu piyasa haline gelmesini protesto amaçlı alternatif şenlik düzenliyoruz.
» Sponsorlar olacak mı?
Ahmet: Hıdrellez kutlamalarını 12 yıldır yapan ekibin aslında emeğini de göz ardı etmemek lazım. Ancak bugünkü kutlanış biçimini doğru bulmuyoruz. Hepsinden öte Hıdrellez bayramı Türkiye’de romanlarla özdeşleşti tıpkı newrozun Kürtlerle özdeşleşmesi gibi. Böyle bir kutlama paralı olacaksa bile bunun iradesi organizasyon şirketlerinde değil Roman halkında olmalıdır. Bir organizasyon ekibinin bu etkinliği iptal etmesi bu bayramın kutlanmasını engellemez. Önceden sponsorlar vardı şimdi yok. Akbilimiz bize yeter. Sponsorumuz da mahalle halkı.
»Hıdrellezin tarihsel bir anlamı vardır. Sizin yapacağınız şenliğin öncekilerden farkı nedir? Politik bir altyapısı olacak mı?
Bahar: Ötekileştirmeye de bir dur demek için bu ülkede olan çeşitli etnik gruplara uygulanan baskıları da dahil ederek yapma niyetindeyiz. Tek tipleştirmeye karşı zenginlikleri içselleştirerek daha güzel bir yaşam kurmak ve bir arada yaşamak için…
»Neler yapacaksınız, program nedir?
Ahmet: Erken saatlerde mahalleye gideceğiz. Mahalleyi süsleyeceğiz. Saat 19:00 da bize destek veren müzik gruplarıyla birlikte Ayasofya Müzesi’nin girişinde buluşup mahalleye yürüyeceğiz.Bütün dostlarımızı Hıdrellezi Ahırkapı’da bu ülkenin bir gerçeği olan Roman kardeşlerimizle birlikte, bütün önyargıları yıkarak birlikte kutlamaya çağırıyoruz.
4 Mayıs 2011 Çarşamba
İKTİDAR ŞAKŞAKÇILAR VE DEVRİMCİ GENÇLER
NELER OLUYOR?
12 Eylül askeri faşist darbesi sonrasında uygulanmaya başlanan neoliberal politikaların etkisiyle yetişen apolitik bir gençlik kuşağı içerisinden halkın sorunlarına sahip çıkan, kendi geleceklerinin emekçi halkın geleceğinden ayrı ele alınamayacağını bilen bir devrimci gençlik kuşağı çıktı. Özellikle saldırıların yoğunlaştığı, dost-düşman kavramlarının muğlâklaştığı, liberalizmin sol içerisinde ki etkileri nedeniyle yeni bir sol-cu profilinin her yanı kapladığı dönemde; geçmişine sahip çıkabilen ve aynı oranda geçmişini aşabilen, geçmiş-gelecek diyalektiğini kurabilen bir gençlik kuşağının çıkabilmesi gerçekten önemlidir.
Son dönemde yaşanmakta olan süreci gözlemlediğimizde gerçekten bu olgunun ne kadar gerçekçi olduğunu görebiliriz. Üniversitesine sahip çıkan, başka bir üniversite tahayyülünü gerçekleştirmek için mücadele yürüten üniversite öğrencilerini; muhbirsiz, polissiz, bilimsel eğitim isteyen lise öğrencilerini; yağmurun altında kan emici patronlara direnen Sapphire işçilerinin yanında olan gençleri, HES’lere karşı suyunu, toprağını, kültürünü savunan gençleri gördükçe ister istemez bir takım konular tartışıla geliyor. Kimileri ‘ülke yeniden iç savaşa gidecek’ gibi tespitlerle bu gençlerin karşısında yer alırken, kimileri gençlik yeniden alanlara çıkıyor, sorunlarına sahip çıkıyor derken ortaklaşılan bir konu vardı: 68 gençliği…
EVET BİZ 68’LİYİZ!
Mümtazer Türköne gibi geçmişte faşizmin azgın sularında yüzmüş, birçok faşist gibi 12 Eylül sonrası Türk-İslam sentezinin yılmaz savunucusu olan, bugünde piyasacı-gerici-faşist Akp iktidarının temsilcisi olan sözde yazarlar adeta kalemlerinden kan damlayarak gençliğe, 68’e saldırmaya devam ediyorlar.
Bu kategoride bulunan iktidarın kalemleri aslında egemen ideolojinin geçmişe bakışını yazılarında temel olarak kullanıyorlar. Yani egemen ideoloji geçmişte yaşanan gençlik eylemlerine, toplumsal muhalefete her zaman hastalıklı, yabancı haber alma teşkilatlarınca kullanılan, beyni yıkanmış kişilerin gerçekleştirdiği eylemler olarak bakmış ve bu şekilde değerlendirmiştir. Bu nedenle Mümtazer Türköne gibi tiplerin yapmış oldukları tespitler hiç şaşırtıcı değildir. Ne de olsa onların feyiz aldıkları kişiler bellidir. Onların durdukları, hayata baktıkları yerler bellidir. Bu tartışmalarda dikkat çeken ise kendilerine ‘sosyalist’ diyen çevrelerin tavrıdır. Bu çevreler kendilerini ‘yetmez ama evet’ adını verdikleri, iktidar şakşakçılığının vardığı son nokta olan anayasa tartışmalarında göstermişlerdi. Son olarak bir haber sitesinde DSİP adlı arkadaş grubunun liderliğini üstlenen zatın twitter’da yazdığı cümleler gerçekten bu taraflaşmayı göstermektedir. Üniversiteli öğrencilerin faşist, gerici ve liberal anlayışa karşı üniversitelerini savunmak adına attıkları ‘üniversiteler bizimdir’ sloganı ‘ya sev ya terk et’ zihniyetiyle aynı kefeye konmuş. Aslında bu çevreler yerlerini, hayata baktıkları noktaları karşı-devrimci bir yerden tariflemişlerdir. Bu böyle bilinmelidir. Televizyon programlarında devrimcileri, sosyalistleri ulusalcılıkla hatta ve hatta ırkçılıkla suçlayan zihniyet aslında her fırsatta dem vurdukları statükonun içine saplanmış bir zihniyettir.
İktidar, gündeme gelen konulara ilişkin bir ‘dil’ ve ‘akıl’ yaratarak konuyu manipüle etmekte ve farklı başlıklara yönelterek tartışmayı muğlak bir hale getirmektedir. Bunun içinde devreye solu-sosyalizmi bilen kişi-çevreleri sokmaktadır. Haftalardır televiyon programlarında, gazetelerde tartışılan bu konuda muhatap olan gençlere ise yer verilmemekte ya da söz hakları gasp edilmektedir. Yani gençliğin yaşadığı sorunların sebebi gençlikmiş gibi davranılmakta ve gündem bir biçimde iktidarın istediği hale getirilmektedir.
Mesela Tekel işçilerinin onurlu direnişlerini hatırlayalım. Direnişe destek veren devrimcileri ‘Ergenekonculukla’ suçlamışlardı. Bugün de devrimci gençleri darbeci olmakla suçlamıyorlar mı? Meselenin ’68 gençliği’ haline getirilmesi bu nedenle değil midir? Ancak bilmedikleri bir şeyler var. Bu ülkenin onurlu, devrimci gençleri ‘68’i’ sahiplenirler, onlar için o dönem demokratikleşmenin, özgürlük mücadelesinin tarihinde yer alan bir dönemdir. Ve o dönemde yer alan devrimci gençler hiçbir zaman darbeci olmamışlardır. O gençler emperyalizme, faşizme ve kapitalizme karşı halkın iktidarı mücadelesi vermişlerdir.
Bugün bizde ‘üretenin yönettiği’, halkın iktidar olduğu bir yaşamın mücadelesini veriyoruz. O nedenle biz, evet, ‘68’liyiz.
DEĞİŞİMİN ARKA PLANI
Bu değişimin arka planını ise okumak bizler açısından önemlidir. Arkadaşlar bilindiği üzere Dünya yeniden şekilleniyor. Küresel kapitalizmin yaşadığı kriz, bu krizin özellikle emperyalist ülkeler üzerindeki etkileri, bu ülkelerin krizi yayarak atlatma çabaları, dünyanın yeniden tariflenmesini zorunlu hale getiriyor. Türkiye’de bu yeni tarifte Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında eşbaşkanlıkla, ya da bölgedeki en büyük taşeron olma göreviyle karşı karşıya bırakılıyordu. Geçmişte ki ‘yeşil kuşak’ projesinin devamı olarak ‘ılımlı islam’ ya da ‘neoosmanlı’ gibi kavramlara uygun yeni bir Türkiye ihtiyacı. İşte AKP bu ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmış ve görevini yerine getiren bir noktadadır. Geriye sosyalistleri, Kemalistleri, ithal ikameci çevreleri dizayn etme süreci vardır. DSİP, EDP gibi sol gelenekten gelen, bir dönem sol içerisinde bulunmuş çevreler ‘yeni Türkiye’nin’ solu olarak ortaya çıkmış yapılanmalardır. Yani anayasa tartışmalarında ‘yetmez ama evet’ demeleri, üniversite öğrencilerine, devrimcilere uygulanan baskı, zorbalık karşısında iktidarın sözcülüğünü yapmak öyle kendiliğinden oluşmuş değildir. Bir projenin soldan yürütülüşünün ürünüdür. Son tahlilde bu çevrelerle yürütülen ideolojik tartışmaları bu eksende yürütmek ve bu çevrelerin saldırılarına bu gözle bakmak elzemdir.
Üniversitelerine sahip çıkan devrimci öğrencilerin meşru bir taleple yapmış oldukları eyleme polis tarafından saldırılması, doğmamış bir bebeğin katledilmesi, öğrencilerin kollarının kırılmasını meşru göreceksiniz; her fırsatta devrimcilere küfreden, karşı devrimin propagandasını yürüten çevrelere karşı yapılan demokratik, renkli eylemleri terörizmle eşdeğer tutacaksınız. Yok böyle bir hayat ancak gelinen nokta ne yazık ki böyle.
ÖZGÜRLÜK İSTİYORUZ!
Üniversiteler de, yaşanmakta olan bu değişimden nasibini almış kurumlardandır. Bilimsel üretim gerçekleştirmek için kurulmuş olan üniversiteler bugün piyasanın kalbinin attığı mekanlar, tüketim kültürünün yaygınlaştırıldığı yerler ve liberal-piyasacı-gerici zihniyetin toplum içerisinde yayılmasının aracı olarak kullanılmaktadır. Yani ortada amacı değiştirilmiş bir üniversite vardır.
Üniversitelerin bileşenleri olan öğretim görevlileri, öğrenciler, kamu emekçileri ve üniversite de çalışan işçiler adeta yok sayılmakta; üniversiteler AKP yandaşı rektörler, polisler ve ÖGB’ler ile yönetilmektedir. Tabii bu yönetim sermayenin lehinedir.
Burada ise parasız eğitim isteyen, üniversitelerin halk için bilim üretmesini savunan, anadilinde eğitimin savunuculuğunu yapan, söz yetki karar hakkı isteyen üniversite bileşenleri ise baskıyla, saldırıyla, soruşturmalarla durdurulmaya çalışılıyor.
İşte bu nedenlerden dolayı üniversite bileşenleri ‘özgürlük istiyor’ ve bunun için mücadele yürütüyorlar. Soruyorum liberal zatlara ya da utanmadan kendilerine hala sosyalist diyen çevrelere: Bunu istemek, bunun için mücadele etmek suç mudur?
YÖK ARTIK
Bu yazıda YÖK’ün kuruluşu, geldiği nokta, YÖK-iktidar ilişkisi ve en nihayetinde AKP iktidarının YÖK eliyle üniversitelerde uygulamakta olduğu neoliberal piyasacı-gerici politikalara ve onların karşısında yaratılması elzem olan ‘halkın demokratik Üniversitesi’nin nasıl olacağı konusunu işlemeye çalışacağım.
12 EYLÜL VE YÖK
Öncelikle bu gazete okuyucularının rahatlıkla bildiği, YÖK’ün 12 Eylül askeri darbesinin bir ürünü olduğudur. 12 Eylül darbesiyle beraber postallar önce anayasaya daha sonra üniversitelere girdi. 6 Kasım 1981’de, 12 Eylül cuntası birçok öğretim üyesini hiçbir kamu görevinde, görev alamayacakları ibaresiyle üniversitelerden kapı dışarı etmiş ve yerlerine kendileri tarafından seçilen rektörleri yerleştirmiştir. Bununla birlikte 70 binden fazla öğrenci disiplin soruşturmasından geçirilip üniversitelerinden atılmıştır. Yine sözde demokrasi için çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile hayata geçirilen YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) sayesinde de üniversitelerde birçok değişiklik yapılarak, rejimin istediği tipte bir düzen oturtulması sağlanmıştır.
Amacını, ‘Yüksek öğretimle ilgili her konuda temel, ana belirleyen olmak’ olarak belirleyen YÖK böylece üniversitelerde söz sahibi olması gereken bizleri saf dışı bırakmış oldu. Aynı şekilde üniversitelerde bilimi toplum için üreten bilim insanları çeşitli bahanelerle yavaş yavaş sürecin dışına itildi. Gerici ve baskıcı 12 Eylül’cülerin çıkardığı 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile 3 binden fazla eğitim emekçisi okullardan atılarak, üniversitelerin postal ve sermayenin yeşil dolarları altında ezilme süreci başlatıldı.
12 Eylül Anayasası ve rejimi bu anlamda YÖK’ün temel dayanağı oldu.
YÖK VE İKTİDAR İLİŞKİLERİ
Yıllarca YÖK statükocu-ulusalcı bir çerçevede seyir halinde oldu. Ta ki Siyasal İslam’ın temsilcilerinin iktidara gelişine kadar. İşte tam da bu noktada dönüşüm başladı. Bu dönüşüm ilk etapta üniversitelerde 80 sonrası yeşermeye başlayan devrimci fikirlerin yok edilmesine ardından üniversitelere kendi politik-ideolojik çerçevesinden insanlar yerleştirmesiyle devam etti. Üniversitelere giren binlerce öğrenci 12 Eylül ideolojisinin altında sermayeye ücretli köle olarak yetiştirildi. Elbette ki aralarında YÖK ve onu yaratan zihniyete karşı demokrasi mücadelesi verenler vardı. 24 Ocak kararları ile birlikte ülkede uygulanmaya başlayan neoliberal politikalar ile 12 Eylül tarafından dayatılmakta olan Türk-İslam ideolojisi birleşince bunu gerçekleştirmekte Siyasal İslamcı kurumlara kaldı. 28 Şubat sonrası ABD emperyalizminin Ortadoğu üzerindeki politikaları doğrultusunda (BOP) iktidar gerici-liberal bir çevreye geçti. Bu çevre Milli Görüş ekolünden gelen, tıpkı 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal gibi 4 geleneği partisinde toplamaktan söz eden, sözde reformcu AKP çevresiydi.
AKP VE YÖK
Emperyalizmin politikaları doğrultusunda iktidarı değişen yeni sömürge Türkiye’de, YÖK de değişen iktidarla birlikte değişim geçirdi. Bu günde ülkemizde iktidar olan ve ABD emperyalizminin neoliberal politikalarını ‘Ilımlı İslam’ adını verdikleri politikalarla iç içe geçirerek uygulayan AKP, YÖK üzerindeki tek etkili kurum haline geldi. İktidara geldikleri günlerde demokrasi havarisi kesilen, bizim aklıevvel solcularımızı da peşinden sürükleyen bu zihniyetin YÖK üzerindeki tek değişikliği YÖK’ü kadrolaşma ile birlikte kendi iktidarlarına bağlamak oldu. Ülkemiz devrimci gençlik mücadelesinde önemli bir yer tutan İstanbul Üniversitesi’nin başına Yunus Söylet’i getirerek politikalarının daha rahat uygulanmalarını sağladı. Bu da en azından ‘hadi canım sende’ciler açısından bir örnek teşkil eder. Bugün AKP iktidarı kendisine muhalif olan öğrencileri, akademisyenleri bir bir okullardan uzaklaştırıyor. Üniversiteler teknokent, kariyer günleri gibi çalışmalarla piyasaya peşkeş çekiliyor. Har(a)çlara yapılan zamlarla eğitim paralı hale getiriliyor. Yine kadrolaşma ile birlikte eğitim bilimsellikten uzaklaşarak gerici bir hal bulmuştur. Yani AKP iktidarı piyasacı ve gerici bir eğitimi, kendi (siz ABD okuyun) politikaları yöneliminde bizlere dayatıyor.
AKP iktidarı YÖK Başkanlığı, rektör seçimleri, gerici kadrolaşmanın derinleştirilmesi gibi yukarıdan yoğunlaştırdığı ataklarıyla üniversiteleri iyice kendi yönelimine çekmiştir. Burada ise AKP’ye muhalif gibi görünen, laik-gerici kamplaşmasında AKP’nin karşısında yer aldığı iddia edilen TÜSİAD çevresinin de payı olduğunu görmeden geçmemek lazımdır. Bu değişimi öngören yapılardan biriside laik ya da gerici fark etmez sermayenin ta kendisidir. Amaç ise eskisinden daha gerici, piyasacı, faşist bir iktidar kurmak ve üniversitelerden beklentilerini artırmaktır. Bu beklentilerin neler olduğuna yukarıda kısaca değindim.
NE YAPMALI?
Aslında yapacaklarımız çok net bir biçimde karşımızda duruyor. Piyasacı ve gerici eğitime karşı parasız, bilimsel ve anadilde eğitimi savunmak, Özerk-demokratik üniversiteyi kurmak için mücadele etmek, AKP karanlığına karşı üniversiteleri teslim etmemek. Yani kısacası üniversitelerimize sahip çıkmak. Söz yetki karar haklarının üniversite bileşenlerine verildiği, bilimsel eğitimin uygulandığı, emekçi halk çocuklarının kapısından girebildiği bir üniversiteyi kurmak. Tabii bu mücadele salt akademik-demokratik olmamalı, bu mücadele Türkiye halklarının yıllardır uğruna mücadele ettiği eşit, özgür ve demokratik ülke mücadelesi ile birleştirilmeli. Bizlerin 6 Kasım’da inşa edilen YÖK’ü yıkmak için mücadele ederken aynı zamanda onu oluşturan sistemi-düzeni de sorgulamamız gerekiyor. Bunun için 6 Kasım’da alanlara çıkmalı ve üniversitelerimize sahip çıkmalıyız.
12 EYLÜL VE YÖK
Öncelikle bu gazete okuyucularının rahatlıkla bildiği, YÖK’ün 12 Eylül askeri darbesinin bir ürünü olduğudur. 12 Eylül darbesiyle beraber postallar önce anayasaya daha sonra üniversitelere girdi. 6 Kasım 1981’de, 12 Eylül cuntası birçok öğretim üyesini hiçbir kamu görevinde, görev alamayacakları ibaresiyle üniversitelerden kapı dışarı etmiş ve yerlerine kendileri tarafından seçilen rektörleri yerleştirmiştir. Bununla birlikte 70 binden fazla öğrenci disiplin soruşturmasından geçirilip üniversitelerinden atılmıştır. Yine sözde demokrasi için çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile hayata geçirilen YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) sayesinde de üniversitelerde birçok değişiklik yapılarak, rejimin istediği tipte bir düzen oturtulması sağlanmıştır.
Amacını, ‘Yüksek öğretimle ilgili her konuda temel, ana belirleyen olmak’ olarak belirleyen YÖK böylece üniversitelerde söz sahibi olması gereken bizleri saf dışı bırakmış oldu. Aynı şekilde üniversitelerde bilimi toplum için üreten bilim insanları çeşitli bahanelerle yavaş yavaş sürecin dışına itildi. Gerici ve baskıcı 12 Eylül’cülerin çıkardığı 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile 3 binden fazla eğitim emekçisi okullardan atılarak, üniversitelerin postal ve sermayenin yeşil dolarları altında ezilme süreci başlatıldı.
12 Eylül Anayasası ve rejimi bu anlamda YÖK’ün temel dayanağı oldu.
YÖK VE İKTİDAR İLİŞKİLERİ
Yıllarca YÖK statükocu-ulusalcı bir çerçevede seyir halinde oldu. Ta ki Siyasal İslam’ın temsilcilerinin iktidara gelişine kadar. İşte tam da bu noktada dönüşüm başladı. Bu dönüşüm ilk etapta üniversitelerde 80 sonrası yeşermeye başlayan devrimci fikirlerin yok edilmesine ardından üniversitelere kendi politik-ideolojik çerçevesinden insanlar yerleştirmesiyle devam etti. Üniversitelere giren binlerce öğrenci 12 Eylül ideolojisinin altında sermayeye ücretli köle olarak yetiştirildi. Elbette ki aralarında YÖK ve onu yaratan zihniyete karşı demokrasi mücadelesi verenler vardı. 24 Ocak kararları ile birlikte ülkede uygulanmaya başlayan neoliberal politikalar ile 12 Eylül tarafından dayatılmakta olan Türk-İslam ideolojisi birleşince bunu gerçekleştirmekte Siyasal İslamcı kurumlara kaldı. 28 Şubat sonrası ABD emperyalizminin Ortadoğu üzerindeki politikaları doğrultusunda (BOP) iktidar gerici-liberal bir çevreye geçti. Bu çevre Milli Görüş ekolünden gelen, tıpkı 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal gibi 4 geleneği partisinde toplamaktan söz eden, sözde reformcu AKP çevresiydi.
AKP VE YÖK
Emperyalizmin politikaları doğrultusunda iktidarı değişen yeni sömürge Türkiye’de, YÖK de değişen iktidarla birlikte değişim geçirdi. Bu günde ülkemizde iktidar olan ve ABD emperyalizminin neoliberal politikalarını ‘Ilımlı İslam’ adını verdikleri politikalarla iç içe geçirerek uygulayan AKP, YÖK üzerindeki tek etkili kurum haline geldi. İktidara geldikleri günlerde demokrasi havarisi kesilen, bizim aklıevvel solcularımızı da peşinden sürükleyen bu zihniyetin YÖK üzerindeki tek değişikliği YÖK’ü kadrolaşma ile birlikte kendi iktidarlarına bağlamak oldu. Ülkemiz devrimci gençlik mücadelesinde önemli bir yer tutan İstanbul Üniversitesi’nin başına Yunus Söylet’i getirerek politikalarının daha rahat uygulanmalarını sağladı. Bu da en azından ‘hadi canım sende’ciler açısından bir örnek teşkil eder. Bugün AKP iktidarı kendisine muhalif olan öğrencileri, akademisyenleri bir bir okullardan uzaklaştırıyor. Üniversiteler teknokent, kariyer günleri gibi çalışmalarla piyasaya peşkeş çekiliyor. Har(a)çlara yapılan zamlarla eğitim paralı hale getiriliyor. Yine kadrolaşma ile birlikte eğitim bilimsellikten uzaklaşarak gerici bir hal bulmuştur. Yani AKP iktidarı piyasacı ve gerici bir eğitimi, kendi (siz ABD okuyun) politikaları yöneliminde bizlere dayatıyor.
AKP iktidarı YÖK Başkanlığı, rektör seçimleri, gerici kadrolaşmanın derinleştirilmesi gibi yukarıdan yoğunlaştırdığı ataklarıyla üniversiteleri iyice kendi yönelimine çekmiştir. Burada ise AKP’ye muhalif gibi görünen, laik-gerici kamplaşmasında AKP’nin karşısında yer aldığı iddia edilen TÜSİAD çevresinin de payı olduğunu görmeden geçmemek lazımdır. Bu değişimi öngören yapılardan biriside laik ya da gerici fark etmez sermayenin ta kendisidir. Amaç ise eskisinden daha gerici, piyasacı, faşist bir iktidar kurmak ve üniversitelerden beklentilerini artırmaktır. Bu beklentilerin neler olduğuna yukarıda kısaca değindim.
NE YAPMALI?
Aslında yapacaklarımız çok net bir biçimde karşımızda duruyor. Piyasacı ve gerici eğitime karşı parasız, bilimsel ve anadilde eğitimi savunmak, Özerk-demokratik üniversiteyi kurmak için mücadele etmek, AKP karanlığına karşı üniversiteleri teslim etmemek. Yani kısacası üniversitelerimize sahip çıkmak. Söz yetki karar haklarının üniversite bileşenlerine verildiği, bilimsel eğitimin uygulandığı, emekçi halk çocuklarının kapısından girebildiği bir üniversiteyi kurmak. Tabii bu mücadele salt akademik-demokratik olmamalı, bu mücadele Türkiye halklarının yıllardır uğruna mücadele ettiği eşit, özgür ve demokratik ülke mücadelesi ile birleştirilmeli. Bizlerin 6 Kasım’da inşa edilen YÖK’ü yıkmak için mücadele ederken aynı zamanda onu oluşturan sistemi-düzeni de sorgulamamız gerekiyor. Bunun için 6 Kasım’da alanlara çıkmalı ve üniversitelerimize sahip çıkmalıyız.
HAYAT I MUHTEVA
Yalnızlığın Ortasında Bir 'Don Kişot'
Büyük laf ebeliklerine tutuyorum sizi. Üzgünüm. Atlı karıncalı gezintilere götüremiyorum sizi. İşsizlik çağlarını aşamamış bir erilim(!)”*
Kapitalizmin vahşiliğinin her yanımızı sardığı, insanlarımızın yalnızlaştığı, sadaka kültürünün sosyal devletin yerini aldığı, at izinin it izine karıştığı bir devirde, genç bir arkadaşın sisteme karşı başkaldırışının öyküsüdür bu. Şiirlerimizin, öykülerimizin içinin boşlatıldığı; her birinin meta haline getirilerek, para ediyorsa basılıp dağıtıldığı bir dönemde, yürekli yayıncılar tarafından basılmış bir eser hakkında birkaç kelam edeceğiz.
Dost düşman herkes tarafından bilinir ki ‘bizim çocuklar’ isyankardır. Ama onların ‘isyanı’ emekçi halkların çıkarınadır, onların isyanı Okmeydanı’nda, Gazi’de, Kestel’dedir. İşte ‘Hayat-i Muhteva’ da bulunan şiirler de ‘bizim tarçın kokulu çocuklardan’ birisine aittir. Sisteme, eşitsizliklere, ezilmişliğe duyulan öfke, ‘Hayat-i Muhteva’da umut haline getirilmiş.
Çamurlu mahallelerde kirlenmiş, yırtık elbiseleriyle ‘kirlenen dünya’ya karşı koyan çocukların ‘özgürlük ve dayanışma’ ülkesine yolculuğunun resmidir adeta.Bu yolculukta düşenler yok mu sanki. Mesela bizim Sinan. Hiç tanışmadım, sadece fotoğraflarından tanıyorum ama o ‘bizim’.
O da mahallesinde çetelere, uyuşturucu satıcılarına, yoksulluğa olan öfkesini umuda çevirenlerden.
“ Şimdi körüklüleri alevlendirme zamanıdır,
Acele edin çocuklar!
Tez davranın!
Yıldızların sofrasında güneşe uğurlanacağız.
Bırakın anaların şalvarlarını,
Tırnağınızla yürüyün üstüne
Kavga gününü verin,
Nasılsa daha bir gülümseyecek adlarınız, başka zamanlara…”**
Bugün ülkede çok şeyler değişiyor. Egemenler arasında, emperyalizmin bölge politikalarına uygun olarak, süregelen çatışma yeni bir döneme girildiğinin göstergesi. Kapitalizmin krizini emekçi yoksul halklarımızın üzerine basarak aşmaya çalıştığı, bir taraftan sosyalizmin yeniden umut haline geldiği bir dönemde bu savaş sürüyor. Akp iktidarı referandum öncesi ‘eski sisteme’ ait olan bir çok kurumu kendi diktatörlüğüne bağladı. Aslında bu süreci güncelliğinden dolayı biraz açmak gereklidir. Bilindiği üzere Akp iktidarının medya baronu A.Doğan ile giriştiği ve yandaş medyaya yarayan süreç, Ergenekon tartışmaları ve emperyalizmin yeni yönelimine ayak direten kesimlere uygulanan operasyonlar, işçi sınıfının ve emekçilerin hak kayıpları ve buna karşı gerçekleştirilen direnişler ve nihayetinde anayasa tartışmaları. Bütün bunların şiirle ne alakası var diyebilirsiniz. Ancak bu kitap öylesine yazılmış bir şiir kitabı değil, bir mücadelenin anatomisini okuyan, ondan beslenen bir eser.
Akp iktidarının piyasacı-gerici saldırılarının her yanımızı sardığı, ‘piyasa eserlerinin’ best-seller! Olduğu, sırf düşündüğü için cezaevlerine atılan ya da yaptığı bir haber, yayınladığı bir kitap yüzünden yargılanan insanların da olduğu bir ülkede; sanatçılarla demokratik açılımın konuşulması ise ayrı bir ironi. İşte sırf bu nedenlerden dolayı, gerçekten bir üretimin olduğu bir edebiyat-sanat ya da bilim için Akp iktidarına dur demek gereklidir.
Hayat-ı muhteva aslında bizlere bunu da gösteren, bütün bunların tartışılıp, bu dönüşüme hayır demek gerektiğini anlatıyor.
Eskiden manada evliya görünüşte eşkıya olanlar iktidara karşı tepkilerini şiirlerle dile getirmiş. Pir Sultanlardan, Nazım Hikmetlere kadar, her türden baskıya karşı şiirleriyle halkımızın yüreğini ateşlemiş. Onların isyanlarına kıvılcım olmuş.
Bugünde aklı evvel solcuların ‘evet’ dediği, Akp’nin demokrasi havarisi kesildiği, yoksulların ise günde güne eridiği bir dönemde kıvılcımlara olan ihtiyaç artıyor.
Benim için ‘hayat-i muhteva’nın durumu böyle bir şey. Mesela ‘Sınıfsızın Güncesi’ adlı şiirde Ankara sokaklarını aylarca zapteden Tekel işçilerinden, babası direnen küçük Elif’ten söz ediyor. Onların muazzam direnişinin dengbejliğini yapıyor.
Ya da ‘Sözü olanlarca:12 Eylül’ şiirinde 12 eylül gerçeğini çarpıyor birilerinin suratına. Kim 12 eylülün muhatabı kim onun çocuğu. 12 eylül düzeninin yetiştirdiği, palazlandırdığı piyasacı bir o kadar da siyasal İslamcı çevreler bugün zindanlarda işkence görenlere, asılanlara, vurulanlara ağlıyor. Peki bugün işkence görenler, vurulanlar ne olacak?
Dedik ya yazının başında at izi it izine karışmış.
“ Buz gibi terletiyorHücre demirlerini,
Kitapların kardelen mevsiminde
Hamuru yoğruluyor göğsünde.
Serçelerin küçük sıçrayışlarında,
Adım adım taşınıyor,
Matbaaların boya kokuları sokak/sokak;
Adım adım gezdiriyor, göğsünde tüten Adalı’nın türkülerini.
Adalının alnındaki kurşun,
Kuzey dağlarında kutup yıldızının ardına
Ellerini toprakla yıkayan,
Umut işçileri, güneşin burçlarında biliyor-yüreklerine düşüyor.”***
12 eylül demişken yukarıda ki şiire de bakmak gerekiyor sanırım. “Mağdur değil muhatabız” diyenlerin, bizim yolumuz uzun,engebeli ve sarp diyenlerin mücadelesini ne güzel anlatıyor değil mi?
Güneş yeniden doğuyor umut işçileri için.
‘Hayat-i Muhteva’ Gökkuşağı yayınları tarafından basılmış, mizanpajını “ her sayfasında boşalan terini; demir işçiliğinde damıtan, kadrolu sürgünlüğün ‘eli bıçaklı derviş’i” Fadıl Öztürk yapmış. Şair arkadaşımız ise dediğim gibi tarçın kokulu bir çocuk, sevgili Eren Ali Gül.
Bizlere acemiliklere, baskılara karşın böyle bir eseri kazandırdıkları için hepsine teşekkür ederim.
* Eren Ali Gül’ün şiir kitabı için yazmış olduğu önsözden.
** ‘Sabırsızlık zamanınca’, Sinan Kayış’a atfedilmiş bir şiirdir.
---------------------------------------------------
NOT: Eren Ali Gül’ün Kısa Biyografisi
6 Mayıs 86'sında, Konya Selçuk'ta dünyaya gelmiştir. Aslen Tunceli Ovacık'lıdır. Esmer halkı içinde kumral ve uzunca boyuyla dikkat çektiği gibi, devlet kayıtlarında nerede ikamet ettiği de resmi olarak bilinmemektedir. Bu nedenle hayata kadrolu sürgündür.
Fenalıklar ülkesinin fena çocuklarına atfen, Temmuz 2010'da `Hayat-i Muhteva´ şiir kitabını çıkarmıştır.
Şu an; `Ölü Sürgünler´ adlı öykü kitabını hazırlamaktadır.
Şu an; `Ölü Sürgünler´ adlı öykü kitabını hazırlamaktadır.
Sürece, tali yollardan basiretsiz teklifler getiren omurgasızlara karşı büsbütüncesine savaşmaktadır(!)
``Demokrasinin unsurlarını bırakmayan, onu metinsel ortaklaşmadan, birlikte kurgulamaktan´´ yana tavır alan bir anlayışa sahiptir(!).
Hayat-i Muhteva bu birlikteliğin vazgeçilmez nesnelliğidir.
-------------------------------------------------
İletişim ve kitap isteme adresi : Eren Ali Gül - 0 506 897 39 57
e-posta: info@erenaligul.com.tr Bu ePosta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir
web: http://www.erenaligul.com.tr
yayınevi: http://www.refleksyayinlari.com
DAYAN FİLİSTİN ÇÖZÜM SOSYALİZMDE
'Çığlık boğazımda düğüm, çığlık gözümde yaş,
Sabret Filistinlim, senin içindir verdiğim bu savaş.'
Son günlerde tüm dünyanın gözü 'düşlerin ve acıların ülkesi' Filistin'de yaşanan olaylarda. Elbette ülkemizde de, yaşanan olayların halkımız üzerindeki etkileri ve burjuva politikacılarının yaşananlar üzerinden geliştirmeye çalıştıkları kirli politik argümanlar, medya ve sokaklarda önemli derecede yer tutuyor. Bu yazının konusunu Filistin, devrimciler ve İslami yardım dernekleri oluşturacak. Tabii zaman zaman ülkemizde yaşanmakta olan dönüşümün etkileri üzerine de birkaç kelam edilecektir.
Filistin uzunca yıllardır emperyalizme ve siyonizme karşı mücadele yürüten, bütün dünyanın enternasyonalist devrimcilerinin kalbinde ve bilinçlerinde yer tutan, Ortadoğu coğrafyasının önemli merkezlerinden birisidir. Gazze'de bugün ihtiyaç olunan şey ulusal birliktelik, enternasyonalist dayanışma ve küresel intifada çağrısının gerçekleştirilmesi olmalıdır. Siyonist İsrail devletinin bölgede güç olma ve yıllardır uygulamaya koydukları projeleri gerçekleştirme süreçleri filistin halkı üzerinde yoğun bir baskı ortamında yaşanıyor. Dünya ise bu süreçleri 3 maymunu oynayarak geçiriyordu. Ancak son yaşanan olaylardan sonra Filistin gündeme geldi.
Ülkede ise gündeme öyle bir geldi ki seçim çalışmalarına başlayan AKP, CHP gibi neoliberal düzenin parçalarının gerçekleştirdiği mitinglerde 'geyik malzemesi' haline getirildi. Tabii salt bu şekile gelmedi. Samimi dindarlar, anti emperyalistler, sosyalistler de sokakları doldurdu. Filistin halklarıyla dayanışma mitingleri eylemleri düzenlediler. Bu noktada birtakım çevreleri (İHH, Saadet Partisi...) ayrı tutmak, eleştirel bir süreci ilerletmek, en azından kendi hatalarımızı tespit ederek diyalektik bir tarzda yeniden üretmek gereklidir.
Niye İHH diye sorulabilir. Arkadaşlar İHH, Saadet vb çevreleri analiz ederken 'yeşil kuşaklardan', komünizmle mücadeleden, gericilikten ayrı ele alamayız. Bilinir ki bu arkadaşlar iktidardayken İsrail'le ilk anlaşmalar gerçekleştirilmişti. Madenlerde işlenen cinayetlere kader diyen zihniyetle bunlar arasında pekte fark yoktur. Gerisi laftır, popülizmdir.
Devrimciler açısından olaylardan çıkarılacak birçok ders mevcuttur. Geçtiğimiz pazar BirGün gazetesinde de yayımlanan yazılarda olduğu gibi devrimcilerin düşünsel üretimi artırmaları ve bu konulara biraz daha fazla yer vermeleri gerekmektedir.
Devrimcilerle Filistin arasındaki ilişki Küba devriminin önderi Che ile Afrikalı halklar arasındaki ilişki gibidir. Filistin'de katledilen onlarca Türkiyeli devrimci vardır. Yani Filistin bizler için anı kitaplarında kalmış, tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya yüz tutmuş bir nostalji değildir. Filistin bizler için enternasyonalizmin uygulanacağı alandır, ezilenlerin nasıl sabırla, militanca mücadele yürüttüklerinin göstergesidir. Filistin Türkiyeli devrimcilerin sorunlarından birisidir. Kürt ulusal sorununun çözümü noktasında da referans alabileceği bir başyapıttır.
Bugün içinse Filistin, Hamas radikalizminin yükseldiği ve islami hareketlerin güçlü olduğu bir yerdir. Tabii ki de bu oradaki halkın katik siyonist israil'e karşı direnmelerine zeval getirmez. Amaç bizler açısından oradaki direnişi desteklerken marksist-leninistlere de gerekli lojistik desteği verebilmek olmalıdır. İHH gibi kurumların yaptıkları biraz da budur (politik duruşlarını, projelerini ayrı tutuyoruz). Biliyorsunuz T.C. Başbakanı, Hamas'ı terör örgütü olarak görmüyor. Ama orada mücadele eden devrimcileri terörist olarak nitelendiriyor. Soruna biraz da böyle bakmak gerekiyor.
'Van minut' gibi söylemlerle İsrail protesto edilmez. Türkiye ve dünya halkları Mahir Çayan'ı ve arkadaşlarını unutmadı hâlâ. Egemenler de unutmasınlar...
Bu olayın bizlere hatırlattığı bir durumda 'dayanışma' faaliyetleridir. 70'li yıllarda devrimcilerin alâmetifarikası olan 'dayanışma' bugünlerde 'proje' olarak yıllardır gericiler tarafından uygulanan 'yardımlaşma' halini almıştır. Devrimciler 'dayanışma kültürlerine' başka bir bir anlayışla bakmıştır. Kimileri bu türden faaliyetleri siyasetlerinin merkezine alırken (hak mücadeleleri, ekonomik talepler), kimileri ise görmezden gelerek her şeyi 'devrime' havale etmiştir. Burada doğru tarz dayanışma faaliyetlerinin siyasetlerin bir alanı olarak, sosyalizmi bugünden kurma çabasını içerisinde taşıyan, iktidar perspektifini yitirmeyen bir biçimde uygulamak olacaktır. Bütün bu faaliyetleri ülkede uygularken, yanıbaşımızda yanan Filistin'i ve diğer örnekleri gözden kaçırmamalıyız. Yani emeğin dünyasını, enternasyonalist bilinçle oluşturmalıyız.
Gençler için parantez açmak gerekirse Filistin’le dayanışma çalışmalarını üniversitelere, liselere, mahallelere yaymak gereklidir. Bunu yaparken her türden milliyetçiliği, gericiliği eleştirip; enternasyonalizmi yaşamın içerisinde yeniden var etmeliyiz. Bu çalışma Kürt halkına uygulanan imha ve inkar politikalarının ne olduğunu da emekçi halkımıza göstermede bir yol olur. Yani Filistin için mücadele ederken yanı başımızdaki Kürt yurttaşlarımızı da görmüş oluruz.
Bu yazıda yer veremediğim ama bu yazının içeriğini daha da sağlamlaştıracak olan konulardan birisi de emperyalizmin bölgeye yönelik politikasıdır. Bu politikaları incelediğimizde AKP iktidarının süreçteki rolünü ve Türkiye'nin bölgede üstlenmeye çalıştığı (verilen) görevlerini rahatlıkla görebiliriz. Dayan Filistin demek ülkenin her yanını dayanışma ve mücadele odaklarına çevirmekten geçer. Bu noktada sosyalistlere çok büyük iş düşüyor.
Sabret Filistinlim, senin içindir verdiğim bu savaş.'
Son günlerde tüm dünyanın gözü 'düşlerin ve acıların ülkesi' Filistin'de yaşanan olaylarda. Elbette ülkemizde de, yaşanan olayların halkımız üzerindeki etkileri ve burjuva politikacılarının yaşananlar üzerinden geliştirmeye çalıştıkları kirli politik argümanlar, medya ve sokaklarda önemli derecede yer tutuyor. Bu yazının konusunu Filistin, devrimciler ve İslami yardım dernekleri oluşturacak. Tabii zaman zaman ülkemizde yaşanmakta olan dönüşümün etkileri üzerine de birkaç kelam edilecektir.
Filistin uzunca yıllardır emperyalizme ve siyonizme karşı mücadele yürüten, bütün dünyanın enternasyonalist devrimcilerinin kalbinde ve bilinçlerinde yer tutan, Ortadoğu coğrafyasının önemli merkezlerinden birisidir. Gazze'de bugün ihtiyaç olunan şey ulusal birliktelik, enternasyonalist dayanışma ve küresel intifada çağrısının gerçekleştirilmesi olmalıdır. Siyonist İsrail devletinin bölgede güç olma ve yıllardır uygulamaya koydukları projeleri gerçekleştirme süreçleri filistin halkı üzerinde yoğun bir baskı ortamında yaşanıyor. Dünya ise bu süreçleri 3 maymunu oynayarak geçiriyordu. Ancak son yaşanan olaylardan sonra Filistin gündeme geldi.
Ülkede ise gündeme öyle bir geldi ki seçim çalışmalarına başlayan AKP, CHP gibi neoliberal düzenin parçalarının gerçekleştirdiği mitinglerde 'geyik malzemesi' haline getirildi. Tabii salt bu şekile gelmedi. Samimi dindarlar, anti emperyalistler, sosyalistler de sokakları doldurdu. Filistin halklarıyla dayanışma mitingleri eylemleri düzenlediler. Bu noktada birtakım çevreleri (İHH, Saadet Partisi...) ayrı tutmak, eleştirel bir süreci ilerletmek, en azından kendi hatalarımızı tespit ederek diyalektik bir tarzda yeniden üretmek gereklidir.
Niye İHH diye sorulabilir. Arkadaşlar İHH, Saadet vb çevreleri analiz ederken 'yeşil kuşaklardan', komünizmle mücadeleden, gericilikten ayrı ele alamayız. Bilinir ki bu arkadaşlar iktidardayken İsrail'le ilk anlaşmalar gerçekleştirilmişti. Madenlerde işlenen cinayetlere kader diyen zihniyetle bunlar arasında pekte fark yoktur. Gerisi laftır, popülizmdir.
Devrimciler açısından olaylardan çıkarılacak birçok ders mevcuttur. Geçtiğimiz pazar BirGün gazetesinde de yayımlanan yazılarda olduğu gibi devrimcilerin düşünsel üretimi artırmaları ve bu konulara biraz daha fazla yer vermeleri gerekmektedir.
Devrimcilerle Filistin arasındaki ilişki Küba devriminin önderi Che ile Afrikalı halklar arasındaki ilişki gibidir. Filistin'de katledilen onlarca Türkiyeli devrimci vardır. Yani Filistin bizler için anı kitaplarında kalmış, tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya yüz tutmuş bir nostalji değildir. Filistin bizler için enternasyonalizmin uygulanacağı alandır, ezilenlerin nasıl sabırla, militanca mücadele yürüttüklerinin göstergesidir. Filistin Türkiyeli devrimcilerin sorunlarından birisidir. Kürt ulusal sorununun çözümü noktasında da referans alabileceği bir başyapıttır.
Bugün içinse Filistin, Hamas radikalizminin yükseldiği ve islami hareketlerin güçlü olduğu bir yerdir. Tabii ki de bu oradaki halkın katik siyonist israil'e karşı direnmelerine zeval getirmez. Amaç bizler açısından oradaki direnişi desteklerken marksist-leninistlere de gerekli lojistik desteği verebilmek olmalıdır. İHH gibi kurumların yaptıkları biraz da budur (politik duruşlarını, projelerini ayrı tutuyoruz). Biliyorsunuz T.C. Başbakanı, Hamas'ı terör örgütü olarak görmüyor. Ama orada mücadele eden devrimcileri terörist olarak nitelendiriyor. Soruna biraz da böyle bakmak gerekiyor.
'Van minut' gibi söylemlerle İsrail protesto edilmez. Türkiye ve dünya halkları Mahir Çayan'ı ve arkadaşlarını unutmadı hâlâ. Egemenler de unutmasınlar...
Bu olayın bizlere hatırlattığı bir durumda 'dayanışma' faaliyetleridir. 70'li yıllarda devrimcilerin alâmetifarikası olan 'dayanışma' bugünlerde 'proje' olarak yıllardır gericiler tarafından uygulanan 'yardımlaşma' halini almıştır. Devrimciler 'dayanışma kültürlerine' başka bir bir anlayışla bakmıştır. Kimileri bu türden faaliyetleri siyasetlerinin merkezine alırken (hak mücadeleleri, ekonomik talepler), kimileri ise görmezden gelerek her şeyi 'devrime' havale etmiştir. Burada doğru tarz dayanışma faaliyetlerinin siyasetlerin bir alanı olarak, sosyalizmi bugünden kurma çabasını içerisinde taşıyan, iktidar perspektifini yitirmeyen bir biçimde uygulamak olacaktır. Bütün bu faaliyetleri ülkede uygularken, yanıbaşımızda yanan Filistin'i ve diğer örnekleri gözden kaçırmamalıyız. Yani emeğin dünyasını, enternasyonalist bilinçle oluşturmalıyız.
Gençler için parantez açmak gerekirse Filistin’le dayanışma çalışmalarını üniversitelere, liselere, mahallelere yaymak gereklidir. Bunu yaparken her türden milliyetçiliği, gericiliği eleştirip; enternasyonalizmi yaşamın içerisinde yeniden var etmeliyiz. Bu çalışma Kürt halkına uygulanan imha ve inkar politikalarının ne olduğunu da emekçi halkımıza göstermede bir yol olur. Yani Filistin için mücadele ederken yanı başımızdaki Kürt yurttaşlarımızı da görmüş oluruz.
Bu yazıda yer veremediğim ama bu yazının içeriğini daha da sağlamlaştıracak olan konulardan birisi de emperyalizmin bölgeye yönelik politikasıdır. Bu politikaları incelediğimizde AKP iktidarının süreçteki rolünü ve Türkiye'nin bölgede üstlenmeye çalıştığı (verilen) görevlerini rahatlıkla görebiliriz. Dayan Filistin demek ülkenin her yanını dayanışma ve mücadele odaklarına çevirmekten geçer. Bu noktada sosyalistlere çok büyük iş düşüyor.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)