Bu yazının başlığını oluşturan cümle; “kendisini ‘komünist’ olarak değerlendiren, Erwin Piscator tarafından adı konulan epik tiyatronun, diğer bir deyişle 'Diyalektik Tiyatro’nun kurucusu” Brecht’e aittir. Ve bu günlerde ülkemizin önde gelen sermayedarlarından birisi tarafından finanse edilen Bienal’in teması bu ‘komünist’ yazarın ‘insan neyle yaşar’ şiirinden alınıyor. Ne garip bir dünya değil mi? Neyse lafı fazla uzatmaya hacet yok. İnsan neyle yaşar sorusuna bu sermaye grubunun da içinde yer aldığı ‘sınıf’ın cevabı elbette ki havyar, kaliteli bir Fransız şarabı vs. olacaktır. Ama yazar Brecht’in hayalini kurduğu o başka yaşamı oluşturacak olan ‘sınıf’ için şu günlerde bir kuru ekmek bile sorunun cevabını net olarak veriyor.
Sınıf demişken aklıma geldi. Bu aralar bizdeki ‘Banker Bilo’yu bile geçen Dünya’nın kan emicilerinin finansörü IMF ile DB de ülkemize teşrif edecek. Beyefendiler ülkemizin, daha doğrusu zenginlerimizin geleceği için toplantılar falan da düzenleyeceklermiş.
Dünya Bankası bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı sonrası 1945 yılında Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) adıyla kurulmuştur. Elbette ki bu yazıda ayrıntılarına giremeyeceğim bir takım farklı politikalar uygulamıştır. Ama genel olarak yeniden yapılandırmadan kast edilen özellikle neo-liberal politikaların uygulanmasıyla birlikte uluslar üstü tekellerin yeniden yapılandırılması olarak kullanılıyor. Yani bu şirketlerin devletlerle olan ilişkilerinin, sermaye lehine, yeniden tariflenmesi üzerine uygulamalar gerçekleştiriyor.
Bu noktadan hareketle DB’yi tartışırken onun fikren beslendiği ya da kanını emdiği sınıfın savaşımı süresince bulunduğu nokta üzerinden fikir beyan etmeliyiz.
Türkiye açısından bu nokta (elbette ki benim ideolojisini benimsediğim sınıf açısından) emperyalizmin içsel bir olgu olduğu tespiti üzerinden değerlendirilmelidir. Yani DB’ye, onun yerli işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadeleyi emperyalizmden, dolayısıyla da kapitalizmden ayrı ele almak mümkün değildir. Bugün de anti-emperyalist anti-kapitalist mücadele hattı DB’ye karşı yürütülecek eylemliliklerle güçlenecek. Bu toplantıların yapıldığı günlerde İstanbul elbette isyan çığlıklarının sıkça duyulacağı bir mekân olacak. Ancak bu isyanı doğru alana kanalize etmek gerekli. Yani IMF-DB karşıtı yapılacak olan her protestonun aynı zamanda AKP iktidarına ve egemen sınıflara karşı da yapılması gerekli. AKP iktidarı ile DB-IMF arasındaki ilişkiyi derinlemesine anlatmaya gerek yok sanırım. Her şey gün gibi ortada.
Bunun dışında yapılacak olan eylemliliklerin sürekli hale getirilmesi ve toplantıların ardından da IMF’nin önerdiği raporlarına karşı halkın raporları sunulmalı. Bana göre yapılacak olan halk raporları ve onların pratikteki somut çözümleri IMF karşıtı yapılacak olan protesto eylemlerinden daha fazla yararlı olacak. Kapitalizmin sorgulandığı, halkın elinde olan bütün temel haklarını kaybettiği bu günlerde ‘halkın haklarını halkla birlikte savunmak’ sosyalizmin inandırıcılığı açısından önemli bir yer tutuyor. Ulaşım, elektrik, doğalgaz, harç gibi zamların yapıldığı, bir taraftan da halkın daha fazla sömürülmesi için masaya oturulduğu bugünlerde devrimcilere çok iş düşüyor.
Bilindiği üzere daha önceki IMF toplantılarının olduğu Seattle, Washington ve Prag’ta gösterilen tepkinin İstanbul’da da gösterileceği aşikâr. Zaten iktidarın toplantıların yapılacağı hafta İstanbul’a eşi benzeri görülmemiş biçimde polis getirecek olması da iktidarın kime karşı olduğunun en büyük göstergesi.
Sahi insan neyle yaşar? Acaba bunu IMF-DB ile işbirlikçi AKP’liler biliyor mu?
Bu arada son haftalarda yaptıkları renkli ve demokratik eylemle sıkça tartışılan şu meşhur ‘boyacı çocukların!’ ne yapacağını da merakla bekliyorum.
17 Kasım 2011 Perşembe
12 Kasım 2011 Cumartesi
HES'LERE HAYIR
HES'lere karşı direniş her geçen gün büyüyor.
Eski ismiyle Gelivera yeni ismiyle Sapmaz Köyü'nde halk derelerine sahip çıkıyor.
Gümüşhane Sapmaz (Gelevera) Köyü, Akköy-2 HES projesinde yer alan Gökçebel ile Yaşmaklı Barajı suları altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya.
Köylülerin eylemli tepkisine rağmen AKP Hükümetinin desteğiyle HES projesi çalışmaları devam ederken, köylülere köyü boşaltmaları için tebligat gönderildi.
KÖYLÜLERE KÖYÜ BOŞALTIN TEBLİGATI
Tapularının baskıyla ellerinden alındığını söyleyen köylüler, mülklerinin kamulaştırılmak istenmesine karşı çıkmış, şirket ve devlet görevlilerini kovmuştu. Bir hafta sonra köylülere tebligat gönderildiğini aktaran Hasan Kılıç, tebligatta "barajın su tutması işlemi nedeniyle köylerin boşaltması" gerektiği ifadelerinin yer aldığını söylüyor.
Kendilerine ödenen kamulaştırma bedeline köylüler olarak itiraz etmelerine rağmen herhangi bir şey değişmediğini anlatan İsmail Kayha ise, "Köyümüz açıkça gasp edilerek kanunsuz bir şekilde elimizden alınıyor. Köy halkı ne yapacağını nereye gideceğini bilmiyor. Tam bir çaresizlik içerisindeyiz. Bu yaşananlar karşısında devletimizin sessiz kalması bizleri çok üzüyor" şeklinde konuşuyor.
'VERİLEN SÖZLER TUTULMADI'
Ev ve arazileri yok pahasına kamulaştırılırken, başka bir yerde yerleşim alanı açılacağı sözü verildiğini hatırlatan köylüler, verilen sözün unutulduğuna dikkat çekiyor.
'BİN YILLIK TARİH YOK EDİLİYOR'
Bin yıllık tarihe sahip köylerinin sular altında kalmasına izin vermeyeceklerini söyleyen Sapmaz köylülerinden Hulusi Bilgin, “Ölülerimiz sular altına bırakılarak, ikinci kez öldürülüyor" sözleriyle tepkisini dile getiriyor.
Köylüler, "Çevreciler, sivil toplum kuruluşları sesimizi duymasını ve bizlere destek vermesini istiyoruz. Şu anda toprağından kovulan köylülerin sesidir. Bu bir tarih yok ediliyor bu sesi herkes duysun" diyerek yardım çağrısında bulunuyor.
Eski ismiyle Gelivera yeni ismiyle Sapmaz Köyü'nde halk derelerine sahip çıkıyor.
Gümüşhane Sapmaz (Gelevera) Köyü, Akköy-2 HES projesinde yer alan Gökçebel ile Yaşmaklı Barajı suları altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya.
Köylülerin eylemli tepkisine rağmen AKP Hükümetinin desteğiyle HES projesi çalışmaları devam ederken, köylülere köyü boşaltmaları için tebligat gönderildi.
KÖYLÜLERE KÖYÜ BOŞALTIN TEBLİGATI
Tapularının baskıyla ellerinden alındığını söyleyen köylüler, mülklerinin kamulaştırılmak istenmesine karşı çıkmış, şirket ve devlet görevlilerini kovmuştu. Bir hafta sonra köylülere tebligat gönderildiğini aktaran Hasan Kılıç, tebligatta "barajın su tutması işlemi nedeniyle köylerin boşaltması" gerektiği ifadelerinin yer aldığını söylüyor.
Kendilerine ödenen kamulaştırma bedeline köylüler olarak itiraz etmelerine rağmen herhangi bir şey değişmediğini anlatan İsmail Kayha ise, "Köyümüz açıkça gasp edilerek kanunsuz bir şekilde elimizden alınıyor. Köy halkı ne yapacağını nereye gideceğini bilmiyor. Tam bir çaresizlik içerisindeyiz. Bu yaşananlar karşısında devletimizin sessiz kalması bizleri çok üzüyor" şeklinde konuşuyor.
'VERİLEN SÖZLER TUTULMADI'
Ev ve arazileri yok pahasına kamulaştırılırken, başka bir yerde yerleşim alanı açılacağı sözü verildiğini hatırlatan köylüler, verilen sözün unutulduğuna dikkat çekiyor.
'BİN YILLIK TARİH YOK EDİLİYOR'
Bin yıllık tarihe sahip köylerinin sular altında kalmasına izin vermeyeceklerini söyleyen Sapmaz köylülerinden Hulusi Bilgin, “Ölülerimiz sular altına bırakılarak, ikinci kez öldürülüyor" sözleriyle tepkisini dile getiriyor.
Köylüler, "Çevreciler, sivil toplum kuruluşları sesimizi duymasını ve bizlere destek vermesini istiyoruz. Şu anda toprağından kovulan köylülerin sesidir. Bu bir tarih yok ediliyor bu sesi herkes duysun" diyerek yardım çağrısında bulunuyor.
10 Kasım 2011 Perşembe
GEÇMİŞİN İZİNDE ‘YENİ’NİN ARAYIŞI
Geçmişin ayak izlerinden yürüyerek bugünün ve hepsinden de öte yarının ihtiyacı olan şey üretenin yöneteceği bir başka yaşamdır.
O ‘başka’ olan şeyi yaşamın her alanında bulabilir ve parça parça birleştirerek bütünü tamamlayabiliriz. Kimine göre puzzle yapmak gibi bir şey…
Ama herşeyden öte o ‘bütün’ün ne olduğunu kavramak yani resmi bilmek gerekir. Yoksa ne kadar parça yaparsanız yapın sizi ‘bilinemeyen’ bir noktaya sürükler…
Kimileri de ‘bilinemeyen’ üzerinden ‘bilinen’in yapısı ile oynar ve bunun adına da ‘post’ der.
Sosyalizmin yıllardır yarattığı birikim bu ‘post’lar sayesinde yok olur gider ve adeta ‘yapılmaması’ gereken bir idea haline gelir.
1990’lı yılların başlarında reel sosyalizm deneyiminin yenilgiye uğraması ile birlikte gelişen ‘post’lu ya da ‘neo’lu söylemler günün ihtiyacı olarak şekillenmişti. Burada elbette ki ‘neo’ ile ‘post’u aynı kefeye koymuyoruz ancak aralarında olan benzeşimlerin bugünün gerçeklerini nasıl da görülmez hale getirdiğini belirtmek için temel alıyoruz.
Türkiye solu açısından 90’lı yıllar ‘yenilgi’ yıllarıydı. Cezaevlerinden çıkan sosyalist kadrolar, yeni toplumsal hareketler içinde yetişmiş olan genç devrimciler, ‘yeni’nin arayışında olan aydınlar hemen hepsinin ortaklaştığı noktalardan birisiydi, sosyalizm fikriyatının güncelliği.
Özgürlükçülük, eşitlikçilik gibi kavramlar hem geleneksel sosyalizm anlayışının eleştirerek ‘yeni’ye ulaşmaya çalışanların hem de geçmişi aşarak ya da yok sayarak ‘post’ olanların ortak söylemleri olarak gelişti.
Belki de ‘post’ olanların yarattığı ‘Birikim’in etkisi ‘yeni bir sosyalizm’ arayışında olanları çok fazla etkiledi.
Bugünün Türkiye’sinde de bu iki kamp arasında ki söylem farkı giderek artarken, ideolojik tartışma da aynı hızla ‘yapıcı’ bir biçimde devam ediyor.
Elbette ki kapitalist sistemde meydana gelen ‘değişiklikler’den tutunda, oligarşik düzen içinde ki güç dengelerinin değişimine kadar bir çok olgu sosyalistler arasında ki tartışmalara kaynaklık ediyor. Burada kimi arkadaşlar diyecekler ki ‘post’ olan sosyalist değildir. Elbette ki katılıyorum ancak bu ülkede yıllarca ‘aydınlık’ gibi Marksist Leninist teori ile ilgisi olmayan ulusalcı-faşist zihniyetlerin bile ‘sol’ olarak görülmesi ve en azından politik derinliği çok fazla gelişkin olmayan bir ülkede ‘post’lu arkadaşlarında bu kulvarda değerlendirilmeleri, gelecek açısından önemlidir.
Bu arkadaşlarla temel olarak aynı saiklerle olmasa bile ‘reel sosyalizm’ deneyiminin eksiklikleri noktasında anlaşılabiliyor. Aslından kafa karışıklığının temel noktası da burasıdır. Ya da yıllarca aynı araçlarla beraber yol yürümenin açıklaması.
Ancak farklılık da buradan başlıyor. Peki ne yapacağız sorusu.
Onlar marksizmi aşmak gerektiğini söylüyor ve ‘bizim solla bir ilgimiz yoktur’ açıklaması yapıyor. Biz ise ‘yeni’nin arayışını sürdürüyoruz.
‘Yeni’nin arayışı elbette ki hep sürecektir. Bu noktada da sol içerisinde farkılıklar açığa çıkıyor. Nasıl olacak bu iş diyerek.
Günümüzde ki iktidar yapısını incelediğimizde karşımıza çıkan gerçekleri değerlendirerek bu ‘yeni’ arayışını sürdürebiliriz.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de zeminin kaybetmeden tartışmaktır. Yani geçmişin ayak izlerini takip ederek geçmişi aşabiliriz.
O ‘başka’ olan şeyi yaşamın her alanında bulabilir ve parça parça birleştirerek bütünü tamamlayabiliriz. Kimine göre puzzle yapmak gibi bir şey…
Ama herşeyden öte o ‘bütün’ün ne olduğunu kavramak yani resmi bilmek gerekir. Yoksa ne kadar parça yaparsanız yapın sizi ‘bilinemeyen’ bir noktaya sürükler…
Kimileri de ‘bilinemeyen’ üzerinden ‘bilinen’in yapısı ile oynar ve bunun adına da ‘post’ der.
Sosyalizmin yıllardır yarattığı birikim bu ‘post’lar sayesinde yok olur gider ve adeta ‘yapılmaması’ gereken bir idea haline gelir.
1990’lı yılların başlarında reel sosyalizm deneyiminin yenilgiye uğraması ile birlikte gelişen ‘post’lu ya da ‘neo’lu söylemler günün ihtiyacı olarak şekillenmişti. Burada elbette ki ‘neo’ ile ‘post’u aynı kefeye koymuyoruz ancak aralarında olan benzeşimlerin bugünün gerçeklerini nasıl da görülmez hale getirdiğini belirtmek için temel alıyoruz.
Türkiye solu açısından 90’lı yıllar ‘yenilgi’ yıllarıydı. Cezaevlerinden çıkan sosyalist kadrolar, yeni toplumsal hareketler içinde yetişmiş olan genç devrimciler, ‘yeni’nin arayışında olan aydınlar hemen hepsinin ortaklaştığı noktalardan birisiydi, sosyalizm fikriyatının güncelliği.
Özgürlükçülük, eşitlikçilik gibi kavramlar hem geleneksel sosyalizm anlayışının eleştirerek ‘yeni’ye ulaşmaya çalışanların hem de geçmişi aşarak ya da yok sayarak ‘post’ olanların ortak söylemleri olarak gelişti.
Belki de ‘post’ olanların yarattığı ‘Birikim’in etkisi ‘yeni bir sosyalizm’ arayışında olanları çok fazla etkiledi.
Bugünün Türkiye’sinde de bu iki kamp arasında ki söylem farkı giderek artarken, ideolojik tartışma da aynı hızla ‘yapıcı’ bir biçimde devam ediyor.
Elbette ki kapitalist sistemde meydana gelen ‘değişiklikler’den tutunda, oligarşik düzen içinde ki güç dengelerinin değişimine kadar bir çok olgu sosyalistler arasında ki tartışmalara kaynaklık ediyor. Burada kimi arkadaşlar diyecekler ki ‘post’ olan sosyalist değildir. Elbette ki katılıyorum ancak bu ülkede yıllarca ‘aydınlık’ gibi Marksist Leninist teori ile ilgisi olmayan ulusalcı-faşist zihniyetlerin bile ‘sol’ olarak görülmesi ve en azından politik derinliği çok fazla gelişkin olmayan bir ülkede ‘post’lu arkadaşlarında bu kulvarda değerlendirilmeleri, gelecek açısından önemlidir.
Bu arkadaşlarla temel olarak aynı saiklerle olmasa bile ‘reel sosyalizm’ deneyiminin eksiklikleri noktasında anlaşılabiliyor. Aslından kafa karışıklığının temel noktası da burasıdır. Ya da yıllarca aynı araçlarla beraber yol yürümenin açıklaması.
Ancak farklılık da buradan başlıyor. Peki ne yapacağız sorusu.
Onlar marksizmi aşmak gerektiğini söylüyor ve ‘bizim solla bir ilgimiz yoktur’ açıklaması yapıyor. Biz ise ‘yeni’nin arayışını sürdürüyoruz.
‘Yeni’nin arayışı elbette ki hep sürecektir. Bu noktada da sol içerisinde farkılıklar açığa çıkıyor. Nasıl olacak bu iş diyerek.
Günümüzde ki iktidar yapısını incelediğimizde karşımıza çıkan gerçekleri değerlendirerek bu ‘yeni’ arayışını sürdürebiliriz.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de zeminin kaybetmeden tartışmaktır. Yani geçmişin ayak izlerini takip ederek geçmişi aşabiliriz.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)